İbadet Açısından Namaz
Madde ve madde ötesi varlıkları, kâinattaki denge ve düzenin gereği birbirlerinin
yararı için yaratan Yüce Allah, insanı kendisi için, kendisine bilinçli ibâdet etmesi
için yaratmıştır.
Anatomisi ve fiziksel yapısı ile “ahsen-i takvîm” (en güzel şekil) de yarattığı insanı,
“Ruh” ile sonsuzlaştırmış, “Akıl” ile bilinçlendirmiştir.
Nur’dan yarattığı meleklerini, Adem’e secde (saygı) yaptırarak, insanın diğer
varlıklara karşı olan üstünlüğünü ve kendi katındaki değerini fiilen kanıtlamıştır.
Ancak, meyve ağacının değeri, meyvesi ile orantılı olduğu gibi;
İnsanın, Allah katındaki değeri de ibâdeti ile orantılıdır.
Yüce Allah buyuruyor; “Cinleri ve insanları ancak bana ibâdet yapmaları için
yarattım” Ezzâriyat – 56
İnsanın, yalnızca Allah’a ibâdet edebilmesi için, önce nefsini (kendini) bilmesi
gerekir.
Direksiyon başında babasının kucağına oturan çocuk, küçücük elleri ile direksiyonu
hafifçe sağa sola çevirince arabayı ben götürüyorum diye sevinir.
Oysa kontağı açan, motoru çalıştıran, vitesi ayarlayan, gaza, debriyaja ve frene
basan ve gerçekte direksiyonu kullanan babasıdır.
Direksiyonu hafifçe sağa, sola çevirmekle, arabayı ben götürüyorum diye sevinen
ve şımaran çocuğun araba üzerindeki hâkimiyeti ne kadar sınırlı ve kısıtlı ise..
Doğumu, yaşamı ve ölümü elinde olmayan, kendi kaderini kendi yazamayan ve
bedenindeki trilyonlarca hücreden bir tek hücreye sözünü geçiremeyen insanın,
kendi bedeni üzerindeki hâkimiyeti de aynı derecede sınırlı ve kısıtlıdır.
Güneş’e oranla bir atom kadar küçük ve bir hiç olduğunu bilen kişinin, Dünya’yı,
Ay’ı, Güneş’i ve Yıldız’ları yaratan, yöneten ve yönlendiren Yüce Allah’a kul
olmaktan ve yalnızca Allah’a ibadet etmekten başka bir seçeneği yoktur.
İbâdet ne demektir?
“Abd” kökeninden gelen ibâdet, kulluk, tam teslimiyetçilik ve kesin ita’at
demektir.
İbâdet edene “Âbid”, ibâdet edilene “Ma’bud” denir. İbâdet edenin, Âbidin,
bilinçli ve samimi olması ve ibâdet edilen Ma’bud’ un gerçek ve hak Ma’bud olması
şarttır.
Gerçek ve hak Ma’bud olarak, âlemlerin Rabbi olan Allah’a inanan ve îman
edenlerin ilk görevi beş vakit namazdır.
İşini, gücünü bırakan, tatlı uykusundan fırlayan, abdestini alıp Allah huzurunda el
bağlayıp, teslim olan ve secdeye kapanan kişi, ibadetin zirvesine ulaşmış ve Allah’a
gerçek kul olmuştur.
Sevgili Peygamberimiz;“Namaz dinin direğidir. Namazını kılan, dinin direğini dikmiş
ve namazı terk eden, dinin direğini yıkmıştır” buyurmuştur.
Namazla ilgili Kur’an’da, yüze yakın âyet-i kerîme ve sayısız hadîs-i şerif’ler vardır.
Ancak bu hadîs-i şerif namazın önemini belirtme açısından yeterlidir.
Evet, dinin direğini yıkmak istemeyenler ve dinsiz kalmak istemeyenler, beş vakit
namaza can simidi gibi sarılmalı ve namazı seve seve kılmalıdırlar.
Beş vakit namaz en büyük ilâhi emirdir ve farz-ı ayın’dır. Farz-ı ayın demek,
üzerlerine namaz farz olanların, bu namazı bizzat kendilerinin kılmaları şart
demektir.
Bir toplumda yalnızca hacıların, hocaların, emeklilerin ve âile içinde eşlerden
birinin namaz kılması yeterli değildir. Nitekim toplumda ve aile içinde bazılarının
yediği yemekle diğerlerinin karınları doymadığı gibi..
Namazda vekâlet geçersizdir. Bir kişinin işi, gücü, görevi, makamı ve rütbesi ne
olursa olsun, beş vakit namazı kendisinin kılması şarttır.
Biz görev başındayız. Bizim çalışmalarımız da ibâdettir gibi, İslâm’la bağdaşmayan,
tutarsız şeytan fetvaları ile oyalanmayalım. Beş vakit namazı terk ederek, Allah’a
isyan etmeyelim ve dinimizin direğini yıkmayalım.
Sevgili Peygamberimiz; “Her şeyin bir alâmeti (belirtisi) vardır. İmân’ın alâmeti,
namazdır.” buyurmuştur.
Namaz kılmak, imanın en açık belitisi olduğuna göre, namaz kılmamak da
îmansızlığın belirtisi demektir.
Beş vakit namaz , gerçekten îmanın en açık belirtisidir. Gayr-i müslimlerin
(Müslüman olmayanların) yoğun olduğu yerlerde ve yabancı dış ülkelerde, namaz
kılan bir kişi, açıkça ben müslümanım demekte ve îmânını fiilen kanıtlamaktadır.
Beş vakit namaz, her insana farz mıdır?
Beş vakit namazın farz olması için öncelikle insan olmak gerekli, ama yeterli
değildir. İnsan olmanın dışında;
1 – Müslüman olmak.
2 – Akıllı olmak.
3 – Bülûğa (Erginlik çağına) ermek.
4 – Kadınlar âdet ve nifastan temizlenmiş olmak.
Bu dört konuyu biraz daha açıklığa kavuşturalım.
1- İslâm dinini kabul edenlere “Müslüman” denir.
İslâm dini, kıyâmete kadar gelecek olan bütün insanları ve tüm dünyayı kapsayan
son ilâhî dindir. Bu nedenle, dil, renk ve ırk ayrımı yapmaksızın herkesi kabul eden,
kucaklayan ve kardeş yapan bir dindir.
Bir kişinin daha önceki inancı ve yaşamı ne olursa olsun, İslâm’ı kabul edenler,
müslümandır, kardeştir ve aynı haklara sahiptir.
Bir kişinin müslüman olabilmesi için, anlamını bilerek, inanarak kalbi ile
onaylayarak, dili ile bir defa, “Eşhedü en lâilâhe illâllah ve eşhedü enne
Muhammeden abdühû ve Resûlüh” diye kelime-i şehâdeti getirmesi yeterlidir.
Allah’tan başka hak ve gerçek ilâh (Ma’bud) olmadığına ve Hazreti Muhammed’in,
Allah’ın kulu ve peygamberi olduğuna inanan ve müslüman olan kişi, bu inancına
bağlı kaldığı sürece müslümandır ve kesinlikle Cennet’e girecektir.
Cennet’e giriş, iki çeşittir.
Birincisi; Mahşer yerinde, ya hiç sorguya çekilmeden veya sorgulamadan sonra,
Peygamberler, Sıddıklar, Şehidler, Evliyalar ve Salihlerle birlikte mânevi feyizler,
ruhsal zevkler ve büyük coşku ile hiç azap görmeden Cennet’e girmek.
İkincisi;Mahşer yerindeki sorgulamada, sevâbı az ve günahı çok gelenler, günahları
kadar yanmak üzere Cehennem’e atılacaklar, günahlarından arındıktan ve Cennet
hayatına uyum sağlayacak duruma geldikten sonra Cennet’e gireceklerdir.
Allah’tan başka rabb’ler edinenler, İslâm karşıtı kişileri ve onların görüşlerini
ilâhlaştırıp, putlaştıranlar ve İslâm dışı ideoloji ve sistemleri benimseyip, bunların
kurbanı olanlar, inanç açısından İslâm dininden çıktıkları için, bunların Cennet’e
girmeleri haramdır ve Cehennem’de sürekli kalacaklardır.
2- Allah’ın en büyük nimetlerinden biri olan“Akıl”, ilâhi bir lûtuftur. Yani Yüce
Allah dilediği varlıklarına bu nimeti vermiştir.
İlâhi emirlere muhâtap olan, bilinçsiz hücreler, et ve kemik yığınları değil, ancak
akıllardır.
Yüce Allah, Kur’an’da;“Ey akıl sahipleri..” diye akıllara hitap etmekte, emir ve
yasaklarını onlara bildirmektedir.
Malı olmayan fakirlere, zekât ve hac gibi ibâdetler farz olmadığı gibi, aklı
olmayanlara da namaz ve oruç gibi ibâdetler farz değildir.
Doğuştan aklı olmayanlara, sonradan aklını yitirenlere veya yaşlılık nedeniyle ağır
bunama dönemine girenlere beş vakit namaz ve oruç farz değildir. Ayrıca bir gün,
bir geceden (24 saatten) fazla ve altı namaz vakti kadar veya daha fazla baygın
halde ve komada kalanlara da, bu hastalıkları devam ettiği sürece namaz farz
olmadığından, bu hastalar sağlığa kavuştuktan sonra da bu namazları kazâ
etmezler.
Eğer baygınlık ve koma hali, 24 saat (beş namaz vakti) veya daha az olursa, bu
hastalar sağlığa kavuştukları zaman baygın ve koma halinde kılamadıkları
namazlarını kazâ ederler.
“Aklın yol
u birdir” derler, doğrudur. Çünkü en akıllı ve en bilinçli varlıklar olan ve
nefsâni duyguları olmayan meleklerin arasında, hiç bir görüş ayrılığı ve görüş
ayrılığından kaynaklanan tartışmalar olmaz.
İnsanların ve cinlerin kendi aralarındaki görüş ayrılıkları ve görüş ayrılığından
kaynaklanan tartışmalar, kavgalar ve savaşlar, şehvet, öfke, ihtiras, kin ve benlik
gibi nefsâni duyguların akılları devre dışı bırakmasından ileri gelen olaylardır.
Dinsiz ve dengesiz bir yaşamın kurbanı olanların ve şehvet gibi nefsâni duygularının
etki ve baskısı ile akılları devre dışı kalanların, çıplaklığı savunmaları ve baş
örtüsüne karşı olmaları, onların açısından doğaldır.
3- Bülûğ (erginlik) çağına ermeyen çocuklara beş vakit namaz farz değildir.
Çocukların bülûğa ermesi, bedensel yapılarına, psikolojik duyarlılıklarına ve
yaşadıkları iklim şartlarına göre farklı olabilir.
Genelde kızlar 9 yaşından ve erkekler 12 yaşından sonra bülûğa ererler.
15 yaşına gelen kız veya erkeklerde, bülûğa erme belirtileri olmasa da, bu yaştan
sonra, şer’an (dînî açıdan) bülûğa ermiş olurlar.
Erkekler ilk ihtilâm olmaları ile ve kızlar, 3 günden az olmamak üzere ilk âdet
kanını görmeleri ile bülûğa ermiş olurlar.
Bülûğa eren kızlara ilk âdet kanından temizlendikleri anda, beş vakit namazı
kılmaları ve örtünmeleri farz olur.
Bülûğa eren, yani gece ilk defa ihtilâm (rüyada cünüp) olan erkeklere, o gecenin
yatsı namazından başlamak üzere, beş vakit namaz farz olur.
Çocuklar, ana-babanın elinde ilâhi emânettir. İslâm fıtratı üzere doğan ve tertemiz
bir halde ana-babaya teslim edilen yavruları, korumak, kollamak ve Allah’ın emri
doğrultusunda yetiştirmek, ana-babanın üzerine farzdır.
Çocukların sağlığını korumak da ana-babanın görevidir. Özellikle gebelik ve
emzirme dönemlerinde sigara, alkol ve uyuşturucu kullananlar ve çocukların yattığı
kapalı odalarda sigara içenler, yavrularının sağlığına zarar verdikleri için Allah
katında sorumludurlar.
Çocuğun sağ kulağına ezan ve sol kulağına kâmet okuyarak, İslâm’a uygun ve
anlamı güzel olan bir isim takmalı ve konuşacağı zaman, önce Allah demesini
öğretmeli ve sık sık tekrarlamalıdır.
Yavrunun doğal gıdası, ilâhî formüle dayalı ana sütüdür. Zorunlu nedenlere
dayanmadıkça ana sütünden ayrılmamalıdır.
Çünkü el değmeden, plastik ve metal kaplara girmeden, elektronik cihazlardan
geçmeden, havadan etkilenmeden ve dış ısı ile besin kaybına uğramadan, taptâze
ve âb-ı hayat (hayat suyu) gibi anaların göğsünden fışkıran ana sütü, doğal ve genel
besleyiciliği yanında, hastalıklara karşı koruyucu özellikleri de vardır.
Helâl lokma yiyen, iyi huylu ve sağlıklı bir anneden iki yaşına kadar süt emen
yavrulara, her açıdan ana sütü yeterlidir.
Yavrusunu seven, onun gerçek ve kalıcı geleceğini düşünen ve Cennet’e hazırlamak
isteyen ana-babalar, yavrularını her türlü kötü ve çirkin sözlerden, günah işlenen
ve özellikle belirli kanalları izlemekten, ateşten korur gibi korumalıdırlar.
Yüce Allah buyuruyor; “Ey mü’minler! Kendinizi ve ehlinizi (eş ve çocuklarınızı)
yakacağı taş ve insan olan ateşten koruyun.” Tahrim-6
Çocuklar 7 yaşına yaklaşınca, namazın önemi vurgulanmalı, namazla ilgili ön
bilgilerin ve kısa surelerle, duâların öğretilmesine başlanmalıdır.
Sevgili Peygamberimiz; “Çocuklarınız 7 yaşına gelince, onlara namazı emredin ve
10 yaşına gelince kılmazlarsa (hafifçe) vurun.” buyuruyor.
En büyük mürşid ve en büyük eğitimci olan Peygamberimizin bu emri doğrultusunda
yavrularımızı 7 yaşında namaza başlatalım. Severek, okşayarak ve bazen sevdikleri
şeyleri alarak, ödüllendirerek namaza alıştıralım ve namazı sevdirmeye çalışalım.
Sünnet cemiyeti dolayısı ile bir ev sohbetinde, çocukların dini eğitimleri ve 7
yaşında namaza başlatılmaları konusunu anlatırken, ilkokul müdürü olduğunu
söyleyen biri sözümü keserek aynen şunları söyledi;
“Çocukların 7 yaşında namaza başlatılmaları ve 10 yaşından sonra baskı
uygulanarak namaza zorlanmaları, çocukların özgürlük haklarına, insanlık haklarına
ve genel ahlâk ve hukuk kurallarına saygısızlık değil midir?”
Müdür beyin bu insancıl (!) yaklaşımlı sorusu üzerine konuyu değiştirmek zorunda
kaldım ve müdür beyin içerisinde bulunduğu, yaşadığı, uyguladığı ama farkında
olmadığı sistemi örnek vererek cevaplandırmaya çalıştım;
“Müdür bey! dedim. Beş yıllık (o zaman öyle idi) ilk öğretim yasalarla belirlenmiş,
zorunlu ve temel bir eğitimdir.
7 ve daha yukarı yaştaki çocuklar, sabahın kör karanlığında, tatlı uykularından
zorla uyandırılmakta ve sıcak yataklarından zorla kaldırılmaktadırlar.
Tatlı uykularından ve sıcak yataklarından zorla kaldırılan çoçuklar, yarı aç, yarı
uykulu bir halde ve kışın soğuk günlerinde, kar, tipi, yağmur ve fırtına altında
üşüyerek ve ıslanarak okula gitme zorunluğundadırlar.
Ayrıca büyük kentlerde o saatteki yoğun trafiğin arasında körebe gibi kaçarak,
koşarak ve trafik canavarından kıl payı kurtularak okula gitmektedirler.
Veliler bu uygulamayı yürütme ve gerekli hallerde zor kullanma ve baskı yapma
zorunluğundadırlar.”
Müdür beye dönerek, “Sayın müdür bey!” dedim.
“Doğumla, ölüm arasında sınırlı ve kısıtlı olan kısacık dünya hayatı için, çekilen
bunca çileleri, sıkıntıları ve hatta ölüm tehlikelerini hoşgörü ile ve doğal
karşılıyorsunuz.
Diğer yanda, Allah’ın, İslâm fıtratı (İslamî yaşantı) üzere yarattığı yavruların, doğal
yaşamlarının bir gereği olan beş vakit namazı, ana-babalarının yanı başında ve
sıcacık odada kılmalarını, neden bu derece abarttığınızı ve yadırgadığınızı
anlayamadım.” dedim
Müdür bey, doğrusu kendisinden hiç beklemediğim bir olgunlukla boynuma sarıldı
ve benim gibi bir âcizden özür diledi.
Sevgili din kardeşlerim!
Binbir güçlükle yetiştirmeye çalıştığımız ve üzerine titrediğimiz yavrularımızın
haydut, terörist olmalarını istemiyorsak, ileride bizleri sevmelerini, saymalarını,
vatana, millete yararlı olmalarını ve en önemlisi mahşer yerinde yakalarımıza
yapışıp, bizlerden davacı olmamalarını istiyorsak, çok sevdiğimiz yavrularımızı,
peygamberimizin emir ve irşatları doğrultusunda yetiştirmeye çalışalım.
Münâfıklar gibi önce ekmek, sonra din demeyelim ve sahâbeler gibi, her yerde, her
konuda ve her zaman dîni ön plânda tutalım.
Yavrularımızı 7 yaşında namaza başlatalım. 10 yaşına geldikleri zaman daha duyarlı
olalım ve başta Kur’an olmak üzere gerekli temel ve genel dînî bilgileri öğretelim.
4- Âdet ve nifas (lohusalık) halinde kadınlara, bu halleri devam ettiği sürece namaz
farz değildir.
Ruhla sonsuzlaştırılan ve sonsuzluk âlemi için yaratılan insanların özlemlerinde ve
bilinç altlarında doğal olarak ölümsüz bir yaşamın, özlemi ve isteği vardır.
Genç, sağlıklı, dinamik, sorunsuz ve hayat dolu insanlarda bu özlem ve istek daha
güçlüdür.
Şeytan, Hz. Adem ile Hz. Havvâ’ya işte bu açıdan yaklaştı. Uzun yıllar cennettte
kaldığı için, yalnızca kendisinin bildiği bir sırrı ifşâ ediyormuş gibi davrandı ve Allah
adına yemin ederek, o yasaklanmış ağacın meyvesinden yiyenlerin ölümsüz hayata
kavuşacağını söyledi.
Hz. Adem korktu ve irkildi ama genç, dinamik, sağlıklı, sorunsuz ve hayat dolu bir
kadın olan Hz. Havvâ, hemen o ağacın meyvesinden yedi, eli ile Hz. Ade
m’in ağzına
götürerek yemesi için ısrar etti ve yedirdi.
Allah tarafından cezalandırılan Adem ve Havvâ, cennetten sürülüp, yaşam şartları
en güç olan Dünya gezegenine indirildiler. Suçu önce işleyen ve eşi Adem’i suç
işlemeye teşvik eden Havvâ, ayrıca her ay adet kanı görmekle cezalandırıldı.
Kadınlardan her ay gelen ağır kokulu, kara, kırmızı ve sarı renkli kana, adet
(aybaşı) kanı denir.
Adet kanı 3 günden az ve 10 günden fazla olmaz.
Aşağıdaki kanlar, âdet ve nifas kanı olmayıp, burundan ve kesilen parmaktan gelen
kanlar gibi yalnızca abdesti bozarlar.
İstihâze adı verilen bu kanlar, namaza, oruca, Kur’an okumaya engel olmadığı gibi,
hanımların eşleri ile münâsebette bulunmalarına da engel olmazlar.
3 günden az gelip kesilen kanlar.
Âdet günlerinde, 10 günden fazla gelen kanlar.
İki adet arasında, 15 gün geçmeden önce gelen kanlar.
9 yaşından küçük kızlardan gelen kanlar.
Adetten kesilmiş kadınlardan gelen kanlar.
Gebe kadınlardan gelen kanlar.
Doğumdan sonra 40 günden fazla gelen kanlar.
Yorumlar
Henüz yorum yok.